Benim Kosova asıllı bir arkadaşım var, adı
Aysim. Gerçi kendisi birçok eski Yugoslavya doğumlu insan gibi
Yugoslavya demeyi tercih ediyor ama ülke savaş, Nato, derken parça
pincik olduğu için Kosova demekte fayda var. Efendim Aysim eğlenceli,
komik mutfak tüpü kıvamında bir insandır. Uzun zamandır “Vize yok madem,
Balkan turu yapsak ya!” diyorduk. Sonunda boş zaman bulabildim ve
yaptık geziyi. Ben de bu “macera dolu” 10 günlük geziyi anlatmak istedim
(editörler hiç zorlamadı beni, hiç öyle “Hadi ama ne oldu şu yazı?”
demedi, emin olun.)
Gezi benim için sorunlu başladı aslında. Bir önceki gece insomniam
(aktör olunca böyle havalı hastalıkları oluyor insanın) tuttu ve sabaha
kadar uyuyamadım. Ben de uçağı kaçırma tehlikesi belirmesin diye, hiç
uyumayayım madem dedim. Bu nedenle 45 dakikalık İstanbul-Priştina
yolculuğu gerçekten göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Uçak kalkarken
uyumuşum. Kendime geldiğimde uyanmam için dürtülüyordum. Uçaktan iner
inmez o meşhur “Balkanlardan gelen soğuk hava kütlesiyle” karşılaştık.
Dişlerim ahenkle dansediyordu. O derece…
Bu sırada Aysim’in Türkiye’de okuyan Prizrenli arkadaşlarıyla
karşılaştık. Arabaları vardı ve “sizi de bırakalım,” dediler. Hemen
yamanıp kabul ettik lakin o sırada söz konusu arabaya sekiz kişi olarak
zipleneceğimizi bilmiyorduk tabii. İlk arabalı seyahatimiz fiziki
sıkıntılar içinde geçti denebilir.
Yolda giderken onlarca kamyonun sıralandığı bir şantiyede durup kahve
içtik. Prizrenli arkadaşların bir arkadaşı orda çalışıyormuş. Dağ
başında bir yer. Tek tanığım insan Aysim, o da gruptakilerden bir iki
kişiyi tanıyor. Birbirine benzemez insanlar, oturduk kahve içiyoruz.
Öyle tuhaf ve eğlenceli başladı gezimiz.
Prizren’e vardığımızda akşam olmuştu. Hostel kültürü diye bir şey
var. Avrupa’nın hemen hemen her şehrinde vardır bunlardan. Küçük küçük
İstanbul’da da açıldı sanırım ama “kültür” denebilecek kadar değil
henüz. Bu hostellerde genelde gezginler ve öğrenciler, kısacası
hakikaten gezmeye ya da ilim irfana gitmiş garibanlar kalır. Kimse
kimseyi tanımaz ama çok iyi vakit geçirilir. O yüzden hostelde kalmayı
tercih ettik. Holden bozma lobide bir Fransız kız çalışıyor. Bir
aylığına Prizren’e basmış gelmiş. Hostelde kalma karşılığında çay
servisi falan yapıyor. Biz daha kendi çayımızı koymaya üşeniyoruz.
Bavulları
hostele bırakıp köfte yemeğe gittik. Köfte diyorum ama kafanızda iki
avuç genişliğinde yayvan formda bir köfte gelsin. Öyle bir köfte.
Gulliver’in gezilerindeki devlere uygun porsiyonlardaki köfte güzeldi.
Yedim. O sırada fark ettim ki karnım aç olduğu için dış dünyayla
bağlantım kopukmuş. Karnım doyunca algılarım açıldı. Etrafa dikkat
etmeye ve farklı bir ülkede olduğumu idrak etmeye başladım. Etraftan hem
Türkçe, hem de Arnavutça sesler geliyordu. Prizren’de hemen hemen
herkes Türkçe biliyor. Köfteler de dev olunca, iki dilli ve yabancısı
olmadığım bir devler ülkesine düştüm hissiyatıyla devam etti seyahat.
Neyse efendim, Aysim’in kuzeninin yanına gidiyoruz, bir
arkadaşlarının barında oturuyoruz. Burada da kuzenler çok ve herkes
herkesi tanıyor. O yüzden “arkadaş” diyebiliyorum ben de Prizren’deki
herkese. Küçük bir Anadolu kasabasındaymış gibi, herkes birbirinin, bir
şekilde arkadaşı olmuş oluyor. Lisede aldığım tarih bilgisine asla
itimat etmediğim ve tarihe ziyadesiyle meraklı olduğum için Aysim’den
Kosova savaşı hakkında birçok şey öğreniyorum. Tarih gerçekten
tekerrürden ibaret ve insan her yerde aynı insan. Daha önce bir Çek’ten,
İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde üçüncü Reich’ın savaşı kaybetmesiyle
Çek Cumhuriyeti’nde kalıp, kaçmaya çalışan Nazi Almanlarını kovalayışını
dinlemiştim. Aynısı burda da olmuş. Nato şehre girince Sırplar pılını
pırtını toplayıp kaçmış. Kosovalı Arnavut ve Türkler de yumurta atmış
bunlara. Nispeten iyi yırtmış Sırplar, diyebiliriz.
Biraz çarşıda dolaştıktan sonra, yaklaşık 48 saatlik uykusuzluğumu
dindirmeye gittim lakin o buz gibi soğukta hem tuvaletteki pencereyi,
hem de tuvaletin kapısını kapatmamayı başarmışım. Sabah soğuktan ayazda
kalmış bekçi gibi titreyerek uyandım. Duvardaki tüfek misali,
hikâyemizin devamında bu “soğuk” tekrar baş verecek, hatırlatacak
kendini. O gece uykuya dalarken, henüz bundan habersizdim. Bilememişim.
Sonraki gün dışarı çıkıp biraz şehri dolaştık. Akşam da büyükçe bir
bara gittik. Türk popundan Rock’n Roll’a, Kosova’nın yerel düğün
şarkılarını da ihmal etmeyen geniş yelpazede şarkı söyleyen bir abi
vardı. Abinin sesi güzel, ortam uygun fakat o nasıl bir sahne
performansıdır?
Performanssızlığı demek lazım aslında. Adam şarkı söylediği zaman
boyunca oturdu. Oturdu ve hiç yerinden kalkmadı, evet. Sayesinde epey
eğlendim lakin yavaştan hasta oluyordum. Çok geç olmadan “Şarjım
bitiyor” (modern zamanlarda bahane daha kolay bir şey tabii) deyip
hostele kaçtım. Hostel sahibinden küçük bir ısıtıcı alıp uyudum. Sabah
uyandığımda bademciklerim bağımsızlığını ilan etmişti bile. O kadar
şiştiler ki, ele avuca geliyordu haytalar. Çocuklukta saatlerce top
oynayıp terlemişim de, üstüne litrelerce soğuk su içmişim gibi.
Dolayısıyla, devamındaki 2-3 günün kahramanı bademcikler oldu. Odadan
bile çıkamadım neredeyse. 1 gün diye gittiğimiz Prizren, bademcikler rol
çalınca, 4 gün sürdü bu nedenle.
Hastalıktan bir sonraki günün tamamını yatakta geçirdikten sonra,
akşam biraz lobiye ineyim dedim ki 5-6 Polonyalıyla karşılaştım.
Bağımsız sinema usulü film yapan insanlarmış, biriyle uzun uzun film
sohbeti bile yaptık. Akabinde bilgisayarın başına geçip, nadide
müziklerden bir seçki yapıp hostel sakinlerin dinlettim. Memleketimizi
müzik konusunda da temsil etmek, birincil karakterimdir!
Bir sonraki gün de yatarak ve öksürerek geçti. Akşam yine lobiye
indim. Bu sefer zebellah gibi bir Danimarkalı içeri daldı. Dediğine göre
yürüyerek bütün Avrupa’yı dolaşıyormuş. Abinin saç sakal birbirine
karışmış. Hostelde çalışmak karşılığı ücretsiz kalacakmış. Biz kalkıp
Karşı’ya geçmeye üşeniyoruz, adam yürüyerek kıta dolaşıyor. Gücümün
yettiği kadar oturup geri yatağıma koştum.
Bu sırada tabii ki bulabildiğim tüm ilaçları bünyeme boca edince,
yavaştan kendime gelmeye başladım ve hemen Dubrovnik’e yola çıktık. Bize
Montenegro’daki, Podgorica şehrine gitmemizi söylediler. Ordan
Dubrovnik’e otobüs varmış. Üç saat sürer dedikleri yol, 8 saat sürdü.
Kosova – Montenegro sınırı yaklaşık 2000 metre yüksekteydi ve otobüs 20
km. hızla tırmandı koca dağı. Üstelik eski püskü otobüs, alttan alttan
buz gibi hava iteliyor bize. Dona dona gittik ve sınır kapısının olduğu
yere vardık. Hayatımda bu kadar kar görmedim. Bildiğin Game of
Thrones’ta, duvarın öte yanı gibiydi. Az ilerden “Ak yürüyenler”
gelecekmiş gibi. Sırp muavin sınır polisine kola ve bisküvi verince bizi
otobüsten indirmediler. Üzerimizi de aramadılar. Birkaç kilometre sonra
Montenegro’ya giriş için yine durduk. Oradan da rahat geçtik. Akşam
üstü Podgorica’ya vardık. Montenegro’nun başkentiymiş. Ufak bir şehir.
Küçücük bir terminali var. Muavin Türkçe bilen birini getirdi yanımıza.
“Dubrovnik’e ilk otobüs ertesi sabah altıda,” dedi. “E hacı ne yapacaz?”
diye sorunca, “Herzeg Novi diye bir kasaba var, oraya gidin. Ordan
taksiyle geçersiniz,” dedi. Herzeg Novi’ye giden otobüs de saat
6’daymış. Bir saat beklememiz gerekiyor yani. Açlıktan Hint fakirine
döndüğümüz için terminaldeki restorana girdik. Kadın İngilizce bilmiyor,
biz onun dilinden anlamıyoruz. Türkçe şimdilik yok ortada. Bulamaç
formunda yemekler var ve görüntüler hiç iç açıcı değil. Zorlaya zorlaya
tavuk olduğuna kanaat getirdiğimiz bir şey yiyoruz. Yiyoruz yanlış
kelime aslında, ben bizzat boğazıma doğru itiyorum yemeği. Pek bir şey
yiyemeden cafe kısmına geçtik. Amcanın biri yaklaştı ve “Turska?” diye
sordu. “Yes”dedim ve amca “esselamu aleyküm” deyip uzaklaştı. Arkasından
bakakaldım, “aleyküm selam” ağzımın içinde kalakaldı.
Neyse efendim, sonunda vakit geldi ve minibüse bindik. Bu yolculuk da
4-5 saat sürdü. Budva, Kotor gibi ünlü, güzel şehirlerden geçtik lakin
gece olduğu için pek bir şey göremedik. Gecenin bir yarısı, in cin top
oynayan bir yerde “Herzeg Novi!” diyen otobüs şoförünün talimatıyla
indik. Şöyle bir etrafa bakındık. Kimse yok. Masumiyet’teki otobüsten
indirilme sahnesi aklıma gelmedi değil. Sonra uzaktan bir abi yanaştı
bize. “Taksi?” diye sorunca, hemen “Dubrovnik” dedik. 50 euro deyince
pazarlık yapmadan tamam dedik, o kadar çaresiz hissediyorduk kendimizi.
Taksici hemen manda kasa Mercedes’in üstündeki taksi işaretini söküp
korsana vurdu olayı. Gecenin bir yarısı, Herzeg Novi diye bir kasabadan
korsan taksiyle sınır geçmeye çalışıyoruz yani. Hadise ziyadesiyle
fantastik. Korsancı abiyle, yarım saat sonra Montenegro çıkışındaydık.
Sınır polisi biraz şüpheli davrandı. Haklılardı; ülkelerine sabah girip,
akşam çıkıyorduk. Biraz uğraştırdığı için özür diledi sonra.
“Mecburum,” deyince sarılasım geldi, memleketin polisleriyle mukayese
ettikten sonra. En son bizi gönderirken pasaporttaki ay yıldızı gösterip
“Ottoman sipahi! Biz korkuyoruz o yüzden uğraştırıyoruz…” diye şaka
yaptı. Meseleyi sonradan anladım. Meğer bizim Muhteşem Yüzyıl çılgınca
izleniyormuş Balkanlarda. Bunu da nispeten daha suratsız olan Hırvat
polisinden öğrendim. Beni arabadan indirip “Kaç gün kalacaksın? Cebinde
kaç paran var?” gibi sorularla boğarken, işimi sormuş bulundu.
“Oyuncuyum” deyince anında içerde bir sesler oluştu ve “Süliiiman”
demeye başladılar. Polisler soruları brakıp dizi muhabbeti yapmaya
başladılar benle. Sonra kontrol yapmadan damgayı vurup gönderdiler.
Televizyon enteresan şey vesselam.
Gecenin bir yarısı Dubrovnik’e girdik. Dubrovnik iki kısımdan
oluşuyor. Yeni şehir ve eski şehir. Eski şehir Ortaçağ’daki haliyle
kalmış. Muhteşem bir görüntüsü var. Devasa surlarla çevrili. Bu yüzden
zamanında tüm insanlar korunaklı diye orda kurmuş taş evlerini. Bu
yüzden muazzam güzellikte, sıkışık sokaklar ve birbirinin içine girmiş
evler var. İnsanlar hâlâ orda yaşıyor ve birçok ev oda kiralıyor günlük
olarak. Biz eski şehre yürüyek gidebileceğimiz mesafede bir otel bulduk.
Ordan yürüye yürüye eski şehri keşfe çıkıp durdum.
Dubrovnik’in inanılmaz güzel dokusuna ek olarak bar ve cafelerinin
dizaynı dikkatimi çekti. Hemen hemen gittiğim her cafe ve bar çok güzel
bir iç mimariye sahipti. Dubrovnik gördüğümüz diğer tüm şehirlere
nazaran daha pahalıydı. Özellikle yemekler İstanbul’dan çok daha
pahalıydı. Ama en gezilesi şehir de oydu. Tuzlu ama güzel.
Dubrovnik’e doyamadan geri dönüş vakti geldi, lakin dönüş
biletlerimiz Priştina’dandı ve kesinlikle 15 saatlik otobüs yolculuğunu
gözümüz kesmiyordu. Ek olarak defalarca sınır kapısı geçmek
istemediğimden Dubrovnik’ten bilet baktık. 1000 euro gibi küçük bir
ülkenin iç borcu eden meblağla karşılaşınca ensemizi kaşımakla kaldık
tabii. Saraybosna’dan deneyince çok ucuza bilet bulduk. Karamımızı
vermiştik. Otobüsle Saraybosna’ya gidip, ordan uçakla İstanbul’a dönmek.
Yolculuk sorunlu başladı. Saat 2’de binmemiz gereken otobüs 5’te geldi.
Otobüs sorunlu olduğu için farklı bir yere giden otobüse bindirdiler
bizi. Yetmedi, Mostar’da muavin bizi alıp başka bir otobüse bindirdi.
Kendisi de şoför oluverdi. Evet, buralara benziyor tabii biraz. Bu
sırada en öne oturduğumdan “sağ serbest” deme görevi bana düştü.
Bosna’da Hırvat şoföre İngilizce muavinlik yaptım. Bu da oldu.
Yine her zamanki gibi gecenin bir yarısı Saraybosna’ya vardık.
Düşündüğümden daha büyük bir şehirmiş. Taksici direkt karısının Türk
dizilerini izlediğini anlatmaya başladı. Aha dedim tamam, kazığı gömecek
bu da. Lakin tam tersi oldu. Dönüşte kullandığımız taksinin
taksimetresine binaen söylüyorum ki adam normal fiyatın yarısını almış
bizden. Kalender bir insanmış kendisi. Daha şehir merkezine gelmeden bir
otel de ayarladı bize taksici büyüğümüz. Plan yok, program yok düştük
yollara. Fakat, en eğlenceli kısım da buydu galiba.
Taksicinin bulduğu otel inanılmazdı. Ben hayatımda bu kadar farklı
bir tarzı, olan iç mimarisi göze hitap eden bir otel görmedim. Sabah,
biletleri bir gün erteleyip Saraybosna’yı gezdik, gelmişken. Taksici
kalender ve işbilir bir abi olmanın yanısıra, turistik bir bilgi de
vermişti: “Burayı Bursa’ya benzetirler.” Sabah haklı olduğunu gördüm.
Başçarşı dedikleri şehrin eskiden kalma bölgesi gerçekten Bursa’nın eski
evlerinin olduğu kısma çok benziyor.
Neyse efendim Saraybosna’yı da bir gün gezdikten sonra memlekete
dönüş yaptık. Toprağı öpmedik ama sevindik elbette. Ne de olsa, eve
dönmek her zaman güzel bir eylemdir.
On günü aşkın, yorucu, hastalıkla bölünen bir gezi oldu ama yine olsa yine yaparım. Ve şiddetle tavsiye ederim.
Not: Fotoğraflar benim çekimimdir ve kimi parantez içleri sevgili editörümün iğnelemelerini içerebilir. Sorumluluk kabul etmiyorum :)