12 Kasım 2013 Salı

BİR RÜYA VE JİN



Oryantalizmin domino etkisi var bence.  Kendisinin zuhurundan beri her toplum daha doğusundaki toplumları ötekileştimekten geri durmadı çünkü. Kendi ülkemizin doğusunun batısından gördüğü muamelenin aynısını batı medeniyetlerinin bütün doğu toplumlarına olan bakış açısında da görebiliyoruz. 


Jin’i izlemeden önceki en büyük korkum bugüne kadar böylesine politik bir konuya eğilmemiş genel olarak elitist bir duruşu olan Reha Erdem’in bu handikapa girip girmeyeceğiydi. Söz konusu yapım belgesel olmadığı sürece hiç bir yönetmenin ya da filmin taraf tutmak gibi bir zorunluluğu yoktur.  Reha Erdem de bu olabildiğine politik konuda taraf tutmamış. Bence çok iyi bir seçim ama bu denli hassas bir konuda politik olmamayı tercih ettiğinizde ise gerçekçilik beklentisi haklı olarak yükseliyor. Örneğin jin metropolde yaşayan batılı bir genç kız olsaydı bu denli gerçekçilik beklentisi olmazdı seyircide. Nihayetinde 40 yıldır var olan, çok can alan ve can yakan bir sorunun göbeğindeki bir karakter Jin ve bu karakteri anlatırken gerçekçi olmak zorundasınız. Maalesef Jin’in yaşadıkları gerçek değil bu filmde. Gerçek olamıyor. Jin’in sürekli karşısına çıkan hayvanların hayali olması gibi Jin’in yaşadıkları da o bölgede yaşamamış, olan biteni kitaplardan, gazetelerden okumuş birinin hayalleri gibi duruyor. Sevgilisini facebookta ekleyen bir kıza sinirlenen kolejli kızı anlatmıyorsunuz çünkü bir gerillayı anlatıyorsunuz. Gerçekçi olmak zorundasınız. 



Ne yazık ki konuya hakim olan izleyici için Reha Erdem’in hakim olmadığı çok belli oluyor. Çokça bahsedilmiş olan Jin’in Türkçesinin çok iyi olup Kürtçesinin çok kötü olması, das kapital ve bir yığın edebiyat ürününü yalayıp yutmuş olması gerekirken okuma yazma bilmemesi gibi sorunlar Deniz Hasgüler’in müthiş oyunculuğuna ve aralara serpiştirilmiş tadında sembolizme rağmen filme gölge düşürüyor. Örneğin Jin’in uzun uğraşlardan osnra bir yol kenarına gelip otostop yapma sahnesi müthiş. Yol kenarına geldiğinde güneş tam ufuk çizgisinde. Yani doğuyor mu batıyor mu pek anlamıyoruz. Bu sırada bir kaç araba geçer ama Jin gelen arabaları gördükçe saklanır. zaman geçtikçe güneş yükselir. Yani gün doğumu olduğunu ve arabaların doğudan batıya gittiğini anlarız. Jin batıya giden arabalardan saklanır taa ki ters yönde doğuya giden bir araba gelinceye kadar. Ama o araba durmaz. Jin bir kaç tane denemeden sonra batıya giden bir arabaya da razı olur. Kanımca filmin en estetik sahnesi buydu.
Reha Erdem sinemasının sembolizme olan aşkı malum. Kişisel olarak da sinemada sembolizmi çok severim. Lakin beni beş vakitten beri rahatsız eden bir yönü var. Sembolizme girer mi girmez mi bilemiyorum ama Reha Erdem sürekli pedofilinin sınırlarında gezen bir anlatımı mutlaka serpiştiriyor filmlerinde. Jin’de bu abartılı bir hal almış. Filmde neredeyse Jin’in karşısına çıkan bütün erkekler ona tecavüz etmeye çalışıyor. En kötüsü de nezarethanede yaşlı bir amca varken ve dışarıda çatışma seslerinden ortalık inliyorken içeriye girip ona tecavüz etmeye kalkan birinin varlığı.
.
.
.
.

Şuraya kadar yazdıklarım düne ait. Uyuyup sonra devam ederim diye düşündüm ve olan oldu. Jin rüyama girdi. Özellikle can çekişen hali tekrar gözümün önüne geldi rüyamda. Uyandır uyanmaz filmi düşündüğümü ve ya hala rüyada olduğumu düşündüm. bir anda filmi tamamiyle farklı bir gözle görmeye başladım yani.
Filme farklı bir bakış açısıyla bakınca ilk bölümde bahsettiğim eksiklik ve sorunların bir nebze olsun daha oturttum. Şöyle ki Jin film boyunca içinde olduğu girdaptan kaçmaya çalışıyor. Bu sırada gerilla elbiselerini atıp sıradan bir genç kız görünümüne bürünür lakin garidabın içine tekrar çekildikçe kostümleri de filmin başındaki haline dönmeye başlar ve filmin sonunda filmin başındaki kostümleriyle vurulur. Jin’in sürekli karşısına çıkan sürreal hayvanlar, ağaçlara vampir filmlerinden aşina olduğumuz bir şekilde olağan üstü bir şekilde tırmanması ve tüm o hayvanların filmin sonunda ilk şekil ve şemalindeki can çekişen ama düşmenin etkisiyle kıpırdayamayan Jin’in başında toplanması, Jin’in kaskati bir halde donuk bakışları tüm film boyunca izlediklerimizin Jin’in o sırada oluşan tahayyülleri olduğunu gösterdi. Yani aslında film Jin’in filmin başında bir yerlerde ağaçtan düşüp geri kalanını can çekişirken kafasından geçirdiği hayallerinden oluşmakta. Bu çıkarımı gaipten uydurmuyorsam filmin finali de şahane bir hal almış oluyor.Filmin senaryosu ne zaman yazıldı bir bilgim yok lakin "life of Pi"ye inanılmaz benzer bir son olmuş bu durumda.


Sonuç olarak Jin hassas ve toplumun belli bir kesimi tarafından çok yakından bilinen bir konuya hafiften oryantalist bakışı katarak ağır bir yükün altına giriyor. Dediğim gibi bu film derdini sosyo-kültürtel olarak tamamen farklı bir genç kız üzerinden anlatsaydı çok daha iyi bir film olacaktı. Zaten çok şey anlatan sahnelerle dolu olan filmi bir gerillanın hikayesine dönüştürmek yanlış bir seçim bence.Deniz Hasgüler ise Konuşmadığı süre boyunca, bakışlarıyla muhteşem bir Jin olmuş.

Not: Rüyadan önceki yorumlarımı bilerek ve isteyerek silmedim çünkü Reha Erdem sinemasını çok seven biri olarak pek sevmemiştim bu filmi. Gaipten gelen rüya ile fikrim biraz değişti ise de eleştirdiğim yönlerin hala var olması yazının ilk bölümünü silmeme engel oldu. 

30 Nisan 2013 Salı

10 GÜNDE DEVR-İ YUGOSLAVYA

fotoğraf (1)
Benim Kosova asıllı bir arkadaşım var, adı Aysim. Gerçi kendisi birçok eski Yugoslavya doğumlu insan gibi Yugoslavya demeyi tercih ediyor ama ülke savaş, Nato, derken parça pincik olduğu için Kosova demekte fayda var. Efendim Aysim eğlenceli, komik mutfak tüpü kıvamında bir insandır. Uzun zamandır “Vize yok madem, Balkan turu yapsak ya!” diyorduk. Sonunda boş zaman bulabildim ve yaptık geziyi. Ben de bu “macera dolu” 10 günlük geziyi anlatmak istedim (editörler hiç zorlamadı beni, hiç öyle “Hadi ama ne oldu şu yazı?” demedi, emin olun.)
Gezi benim için sorunlu başladı aslında. Bir önceki gece insomniam (aktör olunca böyle havalı hastalıkları oluyor insanın) tuttu ve sabaha kadar uyuyamadım. Ben de uçağı kaçırma tehlikesi belirmesin diye, hiç uyumayayım madem dedim. Bu nedenle 45 dakikalık İstanbul-Priştina yolculuğu gerçekten göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Uçak kalkarken uyumuşum. Kendime geldiğimde uyanmam için dürtülüyordum. Uçaktan iner inmez o meşhur “Balkanlardan gelen soğuk hava kütlesiyle” karşılaştık. Dişlerim ahenkle dansediyordu. O derece…
Bu sırada Aysim’in Türkiye’de okuyan Prizrenli arkadaşlarıyla karşılaştık. Arabaları vardı ve “sizi de bırakalım,” dediler. Hemen yamanıp kabul ettik lakin o sırada söz konusu arabaya sekiz kişi olarak zipleneceğimizi bilmiyorduk tabii. İlk arabalı seyahatimiz fiziki sıkıntılar içinde geçti denebilir.
Yolda giderken onlarca kamyonun sıralandığı bir şantiyede durup kahve içtik. Prizrenli arkadaşların bir arkadaşı orda çalışıyormuş. Dağ başında bir yer. Tek tanığım insan Aysim, o da gruptakilerden bir iki kişiyi tanıyor. Birbirine benzemez insanlar, oturduk kahve içiyoruz. Öyle tuhaf ve eğlenceli başladı gezimiz.
Prizren’e vardığımızda akşam olmuştu. Hostel kültürü diye bir şey var. Avrupa’nın hemen hemen her şehrinde vardır bunlardan. Küçük küçük İstanbul’da da açıldı sanırım ama “kültür” denebilecek kadar değil henüz. Bu hostellerde genelde gezginler ve öğrenciler, kısacası hakikaten gezmeye ya da ilim irfana gitmiş garibanlar kalır. Kimse kimseyi tanımaz ama çok iyi vakit geçirilir. O yüzden hostelde kalmayı tercih ettik. Holden bozma lobide bir Fransız kız çalışıyor. Bir aylığına Prizren’e basmış gelmiş. Hostelde kalma karşılığında çay servisi falan yapıyor. Biz daha kendi çayımızı koymaya üşeniyoruz.
Bavulları hostele bırakıp köfte yemeğe gittik. Köfte diyorum ama kafanızda iki avuç genişliğinde yayvan formda bir köfte gelsin. Öyle bir köfte. Gulliver’in gezilerindeki devlere uygun porsiyonlardaki köfte güzeldi. Yedim. O sırada fark ettim ki karnım aç olduğu için dış dünyayla bağlantım kopukmuş. Karnım doyunca algılarım açıldı. Etrafa dikkat etmeye ve farklı bir ülkede olduğumu idrak etmeye başladım. Etraftan hem Türkçe, hem de Arnavutça sesler geliyordu. Prizren’de hemen hemen herkes Türkçe biliyor. Köfteler de dev olunca, iki dilli ve yabancısı olmadığım bir devler ülkesine düştüm hissiyatıyla devam etti seyahat.
Neyse efendim, Aysim’in kuzeninin yanına gidiyoruz, bir arkadaşlarının barında oturuyoruz. Burada da kuzenler çok ve herkes herkesi tanıyor. O yüzden “arkadaş” diyebiliyorum ben de Prizren’deki herkese. Küçük bir Anadolu kasabasındaymış gibi, herkes birbirinin, bir şekilde arkadaşı olmuş oluyor. Lisede aldığım tarih bilgisine asla itimat etmediğim ve tarihe ziyadesiyle meraklı olduğum için Aysim’den Kosova savaşı hakkında birçok şey öğreniyorum. Tarih gerçekten tekerrürden ibaret ve insan her yerde aynı insan. Daha önce bir Çek’ten, İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde üçüncü Reich’ın savaşı kaybetmesiyle Çek Cumhuriyeti’nde kalıp, kaçmaya çalışan Nazi Almanlarını kovalayışını dinlemiştim. Aynısı burda da olmuş. Nato şehre girince Sırplar pılını pırtını toplayıp kaçmış. Kosovalı Arnavut ve Türkler de yumurta atmış bunlara. Nispeten iyi yırtmış Sırplar, diyebiliriz.
Biraz çarşıda dolaştıktan sonra, yaklaşık 48 saatlik uykusuzluğumu dindirmeye gittim lakin o buz gibi soğukta hem tuvaletteki pencereyi, hem de tuvaletin kapısını kapatmamayı başarmışım. Sabah soğuktan ayazda kalmış bekçi gibi titreyerek uyandım. Duvardaki tüfek misali, hikâyemizin devamında bu “soğuk” tekrar baş verecek, hatırlatacak kendini. O gece uykuya dalarken, henüz bundan habersizdim. Bilememişim.
fotoğraf (2)
Sonraki gün dışarı çıkıp biraz şehri dolaştık. Akşam da büyükçe bir bara gittik. Türk popundan Rock’n Roll’a, Kosova’nın yerel düğün şarkılarını da ihmal etmeyen geniş yelpazede şarkı söyleyen bir abi vardı. Abinin sesi güzel, ortam uygun fakat o nasıl bir sahne performansıdır?
Performanssızlığı demek lazım aslında. Adam şarkı söylediği zaman boyunca oturdu. Oturdu ve hiç yerinden kalkmadı, evet. Sayesinde epey eğlendim lakin yavaştan hasta oluyordum. Çok geç olmadan “Şarjım bitiyor” (modern zamanlarda bahane daha kolay bir şey tabii) deyip hostele kaçtım. Hostel sahibinden küçük bir ısıtıcı alıp uyudum. Sabah uyandığımda bademciklerim bağımsızlığını ilan etmişti bile. O kadar şiştiler ki, ele avuca geliyordu haytalar. Çocuklukta saatlerce top oynayıp terlemişim de, üstüne litrelerce soğuk su içmişim gibi. Dolayısıyla, devamındaki 2-3 günün kahramanı bademcikler oldu. Odadan bile çıkamadım neredeyse. 1 gün diye gittiğimiz Prizren, bademcikler rol çalınca, 4 gün sürdü bu nedenle.
Hastalıktan bir sonraki günün tamamını yatakta geçirdikten sonra, akşam biraz lobiye ineyim dedim ki 5-6 Polonyalıyla karşılaştım. Bağımsız sinema usulü film yapan insanlarmış, biriyle uzun uzun film sohbeti bile yaptık. Akabinde bilgisayarın başına geçip, nadide müziklerden bir seçki yapıp hostel sakinlerin dinlettim. Memleketimizi müzik konusunda da temsil etmek, birincil karakterimdir!
Bir sonraki gün de yatarak ve öksürerek geçti. Akşam yine lobiye indim. Bu sefer zebellah gibi bir Danimarkalı içeri daldı. Dediğine göre yürüyerek bütün Avrupa’yı dolaşıyormuş. Abinin saç sakal birbirine karışmış. Hostelde çalışmak karşılığı ücretsiz kalacakmış. Biz kalkıp Karşı’ya geçmeye üşeniyoruz, adam yürüyerek kıta dolaşıyor. Gücümün yettiği kadar oturup geri yatağıma koştum.
Bu sırada tabii ki bulabildiğim tüm ilaçları bünyeme boca edince, yavaştan kendime gelmeye başladım ve hemen Dubrovnik’e yola çıktık. Bize Montenegro’daki, Podgorica şehrine gitmemizi söylediler. Ordan Dubrovnik’e otobüs varmış. Üç saat sürer dedikleri yol, 8 saat sürdü. Kosova – Montenegro sınırı yaklaşık 2000 metre yüksekteydi ve otobüs 20 km. hızla tırmandı koca dağı. Üstelik eski püskü otobüs, alttan alttan buz gibi hava iteliyor bize. Dona dona gittik ve sınır kapısının olduğu yere vardık. Hayatımda bu kadar kar görmedim. Bildiğin Game of Thrones’ta, duvarın öte yanı gibiydi. Az ilerden “Ak yürüyenler” gelecekmiş gibi. Sırp muavin sınır polisine kola ve bisküvi verince bizi otobüsten indirmediler. Üzerimizi de aramadılar. Birkaç kilometre sonra Montenegro’ya giriş için yine durduk. Oradan da rahat geçtik. Akşam üstü Podgorica’ya vardık. Montenegro’nun başkentiymiş. Ufak bir şehir. Küçücük bir terminali var. Muavin Türkçe bilen birini getirdi yanımıza. “Dubrovnik’e ilk otobüs ertesi sabah altıda,” dedi. “E hacı ne yapacaz?” diye sorunca, “Herzeg Novi diye bir kasaba var, oraya gidin. Ordan taksiyle geçersiniz,” dedi. Herzeg Novi’ye giden otobüs de saat 6’daymış. Bir saat beklememiz gerekiyor yani. Açlıktan Hint fakirine döndüğümüz için terminaldeki restorana girdik. Kadın İngilizce bilmiyor, biz onun dilinden anlamıyoruz. Türkçe şimdilik yok ortada. Bulamaç formunda yemekler var ve görüntüler hiç iç açıcı değil. Zorlaya zorlaya tavuk olduğuna kanaat getirdiğimiz bir şey yiyoruz. Yiyoruz yanlış kelime aslında, ben bizzat boğazıma doğru itiyorum yemeği. Pek bir şey yiyemeden cafe kısmına geçtik. Amcanın biri yaklaştı ve “Turska?” diye sordu. “Yes”dedim ve amca “esselamu aleyküm” deyip uzaklaştı. Arkasından bakakaldım, “aleyküm selam” ağzımın içinde kalakaldı.
fotoğraf
Neyse efendim, sonunda vakit geldi ve minibüse bindik. Bu yolculuk da 4-5 saat sürdü. Budva, Kotor gibi ünlü, güzel şehirlerden geçtik lakin gece olduğu için pek bir şey göremedik. Gecenin bir yarısı, in cin top oynayan bir yerde “Herzeg Novi!” diyen otobüs şoförünün talimatıyla indik. Şöyle bir etrafa bakındık. Kimse yok. Masumiyet’teki otobüsten indirilme sahnesi aklıma gelmedi değil. Sonra uzaktan bir abi yanaştı bize. “Taksi?” diye sorunca, hemen “Dubrovnik” dedik. 50 euro deyince pazarlık yapmadan tamam dedik, o kadar çaresiz hissediyorduk kendimizi.
Taksici hemen manda kasa Mercedes’in üstündeki taksi işaretini söküp korsana vurdu olayı. Gecenin bir yarısı, Herzeg Novi diye bir kasabadan korsan taksiyle sınır geçmeye çalışıyoruz yani. Hadise ziyadesiyle fantastik. Korsancı abiyle, yarım saat sonra Montenegro çıkışındaydık. Sınır polisi biraz şüpheli davrandı. Haklılardı; ülkelerine sabah girip, akşam çıkıyorduk. Biraz uğraştırdığı için özür diledi sonra. “Mecburum,” deyince sarılasım geldi, memleketin polisleriyle mukayese ettikten sonra. En son bizi gönderirken pasaporttaki ay yıldızı gösterip “Ottoman sipahi! Biz korkuyoruz o yüzden uğraştırıyoruz…” diye şaka yaptı. Meseleyi sonradan anladım. Meğer bizim Muhteşem Yüzyıl çılgınca izleniyormuş Balkanlarda. Bunu da nispeten daha suratsız olan Hırvat polisinden öğrendim. Beni arabadan indirip “Kaç gün kalacaksın? Cebinde kaç paran var?” gibi sorularla boğarken, işimi sormuş bulundu. “Oyuncuyum” deyince anında içerde bir sesler oluştu ve “Süliiiman” demeye başladılar. Polisler soruları brakıp dizi muhabbeti yapmaya başladılar benle. Sonra kontrol yapmadan damgayı vurup gönderdiler. Televizyon enteresan şey vesselam.
Gecenin bir yarısı Dubrovnik’e girdik. Dubrovnik iki kısımdan oluşuyor. Yeni şehir ve eski şehir. Eski şehir Ortaçağ’daki haliyle kalmış. Muhteşem bir görüntüsü var. Devasa surlarla çevrili. Bu yüzden zamanında tüm insanlar korunaklı diye orda kurmuş taş evlerini. Bu yüzden muazzam güzellikte, sıkışık sokaklar ve birbirinin içine girmiş evler var. İnsanlar hâlâ orda yaşıyor ve birçok ev oda kiralıyor günlük olarak. Biz eski şehre yürüyek gidebileceğimiz mesafede bir otel bulduk. Ordan yürüye yürüye eski şehri keşfe çıkıp durdum.
Dubrovnik’in inanılmaz güzel dokusuna ek olarak bar ve cafelerinin dizaynı dikkatimi çekti. Hemen hemen gittiğim her cafe ve bar çok güzel bir iç mimariye sahipti. Dubrovnik gördüğümüz diğer tüm şehirlere nazaran daha pahalıydı. Özellikle yemekler İstanbul’dan çok daha pahalıydı. Ama en gezilesi şehir de oydu. Tuzlu ama güzel.
Dubrovnik’e doyamadan geri dönüş vakti geldi, lakin dönüş biletlerimiz Priştina’dandı ve kesinlikle 15 saatlik otobüs yolculuğunu gözümüz kesmiyordu. Ek olarak defalarca sınır kapısı geçmek istemediğimden Dubrovnik’ten bilet baktık. 1000 euro gibi küçük bir ülkenin iç borcu eden meblağla karşılaşınca ensemizi kaşımakla kaldık tabii. Saraybosna’dan deneyince çok ucuza bilet bulduk. Karamımızı vermiştik. Otobüsle Saraybosna’ya gidip, ordan uçakla İstanbul’a dönmek. Yolculuk sorunlu başladı. Saat 2’de binmemiz gereken otobüs 5’te geldi. Otobüs sorunlu olduğu için farklı bir yere giden otobüse bindirdiler bizi. Yetmedi, Mostar’da muavin bizi alıp başka bir otobüse bindirdi. Kendisi de şoför oluverdi. Evet, buralara benziyor tabii biraz. Bu sırada en öne oturduğumdan “sağ serbest” deme görevi bana düştü. Bosna’da Hırvat şoföre İngilizce muavinlik yaptım. Bu da oldu.
Yine her zamanki gibi gecenin bir yarısı Saraybosna’ya vardık. Düşündüğümden daha büyük bir şehirmiş. Taksici direkt karısının Türk dizilerini izlediğini anlatmaya başladı. Aha dedim tamam, kazığı gömecek bu da. Lakin tam tersi oldu. Dönüşte kullandığımız taksinin taksimetresine binaen söylüyorum ki adam normal fiyatın yarısını almış bizden. Kalender bir insanmış kendisi. Daha şehir merkezine gelmeden bir otel de ayarladı bize taksici büyüğümüz. Plan yok, program yok düştük yollara. Fakat, en eğlenceli kısım da buydu galiba.
Taksicinin bulduğu otel inanılmazdı. Ben hayatımda bu kadar farklı bir tarzı, olan iç mimarisi göze hitap eden bir otel görmedim. Sabah, biletleri bir gün erteleyip Saraybosna’yı gezdik, gelmişken. Taksici kalender ve işbilir bir abi olmanın yanısıra, turistik bir bilgi de vermişti: “Burayı Bursa’ya benzetirler.” Sabah haklı olduğunu gördüm. Başçarşı dedikleri şehrin eskiden kalma bölgesi gerçekten Bursa’nın eski evlerinin olduğu kısma çok benziyor.
fotoğraf (3)
Neyse efendim Saraybosna’yı da bir gün gezdikten sonra memlekete dönüş yaptık. Toprağı öpmedik ama sevindik elbette. Ne de olsa, eve dönmek her zaman güzel bir eylemdir.
On günü aşkın, yorucu, hastalıkla bölünen bir gezi oldu ama yine olsa yine yaparım. Ve şiddetle tavsiye ederim.

Not: Fotoğraflar benim çekimimdir ve kimi parantez içleri sevgili editörümün iğnelemelerini içerebilir. Sorumluluk kabul etmiyorum :)

4 Aralık 2012 Salı

Boardwalk Empire



Henüz ergenliğinde uğradığı tecavüzün meyvesi olan oğluyla platonik ensest aşk yaşayan kadın oğlunun -ya da aşık olduğu adamın - ölümünü nasıl kabullenebilir?
Uzun süre oğlunun yolunu bekler... taa ki bir gün sokakta oğluna çok benzeyen birini görünceye kadar. Gidip o genç adamla tanışır. Adamı evine davet edip sevişir.  Adama Kendi oğlunun ismiyle hitab eder. Sebebi sorulunca öyle bir tanıdığım vardı der.
“ve o bir kraldı...”
Ama sevişmelerinde bir tuhaflık vardır. Ara ara bir annenin çocuğuna davrandığı gibi davranır. O sevişmede cinsellik ağır basmaz. Libido ön planda değildir. Kadın genç adamın başını okşar. Küvete koyup yıkar en son.
Sonra ne yapar biliyor musunuz?
Genç adam küvette iyice geveşmişken kadın onu öldürür ve boynuna oğlunun kolyesini takar. Oğlunun öldüğünü böyle kabullenir.
Boardwalk Empire bu tarz anlatımı sık sık tercih ediyor. İyi bir yapımla kötü bir yapımın arasındaki farkı da bu belirliyor zira sinema (diziler de eklenebilir) hayal gücünü görselleştirme sanatıdır bence.  Başka bir şey değil.
O kadının oğlunun ölümünü kabullenemediği bir cümleyle de anlatılabilirdi lakin iki bölüm boyunca o son sahneye varmak için inceden inceye işlenmiş bu ufak hikaye olmasaydı bu kabullenemeyiş yeterince etkili anlatlabilir miydi? Ya da biz bu kadar özümseyebilir miyidik?
Boardwalk Empire temelde bir mafya dizisi ama sanırım mafyayla igili çekilmiş en az silah kullanılan dizilerden biri. Karakterleri tanıtmada o kadar usta ki dizideki en önemsiz gibi görünen karakterle bile ilgili bir fikiniz oluşuyor. Zorlasanız zikriniz de oluşur.
Kimin nasıl bir insan olduğunu, nasıl bir durumda ondan nasıl bir hareket bekleneceğini bilinçaltınıza işliyor böylece. Klasik Türk dizileriyle en büyük farkı da burda oluşuyor.
Bizim dizilerimizde merak unsuru oluşturmada ciddi sorunlar var. Hatta anlayışın temelindeki sorun da dizinin bekasını sadece merak unsuruna bağlamak.  Her bölüm sonuna izleyicinin kafasına sert bir soru sokmaya çalışır...
“babası yakalayacak mı onları?”
“karşılaşacaklar mı?”
“itiraf edecek mi?”
...gibi sorular bizim dizilerin olmazsa olmazı.
Ama şöyle bir sorun var. Bu merak unsuruna aşırı odaklanan bir senaristin bir bütün olan bir yapıma yeterince dengeli zaman ayırmasını beklemek fazla iyimser bir tutum olmaz mı?
Yani amiyane tabirle her bölüm olay örgüsünde meraka, heyecana sebebiyet vermek için sahneleri ona göre yazıp o meraka kılıf hazırlamak senaristin diğer konulara yüzeysel yaklaşmasına sebep oluyor. Hal böyleyken bir karakter çizemiyor senarist.
Örneğin “yakalanacaklar mı?” sorusunu izleyicinin kafasına zerk etmek için karakterlere normalde yapmayacakları bir şey yaptırır ve yaptıkları tutarsız davranız yüzünden bir plot oluşturup merak unsuru oluşturur.
Evet merak oluştu ama izleyicinin bilinçaltında karakterin devamlığı yok edildi. Bu durumda bizim dizilerde nadiren gerçekçi karakter görürsünüz zira karakterler kendi kişiliklerine göre değil hikayenin hatta sahnenin gerektirdiği şekilde davranırlar. Böylece karakterler sürreal olur ve izledikten sonra düşündürüp böyle bir yazı yazdırmaz insana.
Not: İzlemeyenler için spoiler olacak ama yazının başında bahsettiğim sahneyi izleyedurun ben yazmaya devam edeyim...






Elimden gelse Türkiye’deki büyün yönetmen ve görüntü yönetmenlerine bu diziyi zorla izletirim. Olan bitene göre, karaktere göre sahne nasıl kurulur, ışık nasıl hazırlanır ders verir gibi gösteriliyor.


 Biraz da bazı oyunculardan bahsetmek istiyorum.
Michael Kenneth Williams - Chalky White




Kişisel fikrime göre dizi tarihinin en iyi ve en gerçekçi iki dizisinden biri olan (ilki OZ’dur benim için) The Wire dizisindeki  efsanevi Omar Little karakterinden bildiğim bir adam bu. Boardwalk Empire’da Siyahi bir lider. Fazla uzatmayıp bir sahnesini paylaşayım...

Bobby Cannavale - Gyp Rosetti



Bu adamı ilk kez gördüm ve oyunculuğuna hayran kalmamak imkansız. İçten içe mazoşist olup bunu dışarıya en sertinden sadiszm olarak yutturmaya çalışan bir manyak bundan daha iyi oynanamazdı.
Buyrun kendisini tanrıya atarlandığı sahneyle başbaşa bırakayım...



 Jack Huston- Richard Harrow


Dizideki favori karakterim. Yüzünün yarısı parçalanmış ve bu nedenle yaralı kısmı bir maskeyle kapatıyor. Dizideki en metanetli en çıkarsız hareket eden adam. Bazı bölümler hiç görünmamesine rağmen merakla bekletiyor kendini. Dizideki en yalnız adam. Bir çocuk için katliam yapacak kadar da yufka yürekli. Yaraları nedeniyle tıkanarak konuşuyor. Buyrunuz...


Efendim elimden geldiğince Boardwalk Empire dizisini anlattım ve kendisini şiddetle tavsiye ederim.